14 Nisan 2009 Salı

KÖY ENSTİTÜLERİ

BU GÜN 17 NİSAN . KÖY ENSTİTÜLERİNİN
KURULUŞLARININ 68. YIL DÖNÜMÜ
SAYGI İLE ANIYORUZ


ARİFİYE KÖY ENSTİTÜSÜ BAHÇESİNDE MÜDÜR SÜLEYMAN EDİP BALKIR İLE, İSMAİL
HAKKI TONGUÇ KENDİ YAPTIKLARI BANKTA OTURUYORLAR

KÖY ENSTİTÜLERİ



Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği gözönüne alınarak dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular. Geleneksel öğretmen okullarında yetişmiş öğretmenler için köylerde öğretmenlik yapmak, istenilerek yapılacak bir görevden çok zorunluluk olarak algılanıyordu. Çalıkuşu romanındaki karakter gibi gönüllü ve özverili öğretmenlerin sayısı azdı. Oysa ki okuma yazma oranı Cumhuriyet ilk kurulduğu yıllarda %5 bile değildi. Bunun yanında nüfusun %80 lik bölümü köylerde yaşıyordu. Köy Enstitüleri'nin kurulması ve yaygınlaşması konusunda pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad'ın önemli çalışmaları vardı. Kanad, zorunluluktan değil özverilyle öğrenci yetiştirecekköye göre öğretmen fikrini savunmuştu.

1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. Türkiye'de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgieri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atelyeleri vardı. Derslerin %50 bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.


Genel bilgiler :


1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15,000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750,000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1,200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. Yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulmalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1308 bayan ve 15,943 erkek toplam 17,341 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir.


Köy Enstitülerinin listesi


Listedeki adlar köy enstitüler kurulduğunda sahip olduğu adlardır.


Ad/Bulunduğu İl KURULUŞ tARİHİ 1946 ya KADAR ÇALIŞAN MÜDÜR

Akçadağ / Malatya 1940 Şinasi Tamer -- Şerif Tekben
Akpınar-Ladik/ Samsun 1940 Nurettin Biriz -- Enver Kartekin
Aksu / Antalya 1940 Talat Ersoy -- Halil Öztürk
Arifiye / Sakarya 1940 Süleyman Edip Balkır
Beşikdüzü / Trabzon 1940 Hürrem Arman -- Osman Ülkümen
Cılavuz / Kars 1940 Halit Ağanoğlu
Çifteler / Eskişehir 1937 Remzi Özyürek - M.Rauf İnan - Osman Ülkümen
Dicle / Diyarbakır 1944 Nazif Evren
Düziçi / Adana 1940 Lütfi Dağlar
Erciş / Van 1948 İbrahim Oymak
Gölköy / Kastamonu 1939 Ali Doğan Toran
Gönen / Isparta 1940 Ömer Uzgil
Hasanoğlan / Ankara 1941 Lütfi Engin - Hürrem Arman - M.Rauf İnan
İvriz / Konya 1941 Recep Gürel -- İ.Safa Güner
Kepirtepe / Kırklareli 1938 Nejat İdil -- İhsan Kalabay
Kızılçullu / İzmir 1937 Emin Soysal, Hamdi Akman, Talat Ersoy
Ortaklar / Aydın 1944 Hayrı Çakaloz
Pamukpınar / Sivas 1941 Şinasi Tamer
Pazarören / Kayseri 1940 Sabri Kolçak -- Şevket Gedikoğlu
Pulur / Erzurum 1942 Ahmet Korkut -- Aydın Arıkök
Savaştepe / Balıkesir 1940 Sıtkı Akkay
DERSLAR
Okullar tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülerin alternatif tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilinmeyen köylerde arıcılık, bağcılık bilinmeyen köyde bağcılık öğretiliyordu. Enstitüye atanan öğretmen gittiği köyde okul binasını köylülerin yardımıyla yapabilecek kadar inşaat bilgisi de öğreniyordu. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalaı olarak öğreniyordu. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atelyeleri vardı. Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu. Hasaoğlan Köy Enstitüsü, diğer köy enstitülerini kuran köy enstitüsü öğrencileri tarafından inşa edilmişti. Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere yetiştirildikleri branşa ve gönderilecekleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Öğretmenler bu alet ve edevat ile köylülerin de yardımıyla köy okulunu inşa ediyor ve köylülere hem modenr tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı ve hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyordu.

Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı döneminde düünya klasiklerini Türkçe'ye tercüme ettirmişti. Köy enstitüleri öğrencileri her sene 25 tane klasik romanı okumakla yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entellektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri en az bir tane müzik aletini çalmasını da öğreniyordu. Aşık Veysel köy enstitülerinde müzik derslerinde öğrencilere bağlama çalmasını gösteriyordu.
Sabahın erken saatlerinde uyanan öğrenciler kzılı ve erkekli zeybek ve halk oyunşları oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı. Daha sonra kahvaltı ardından zorunlu okuma saati vardı. Kahvaltıyı kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren öğrenci arkadaşları hazırlıyordu
Bu bakımlardan köy enstitüleri yaparak öğrenim konusunda dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş ve birçok akademik inceleme ve araştırmaya örnek olmuştur.

Aşağıda Köy Enstitüleri'nde uygulanan derslerin 5 yıla dağılımı görülmektedir.
Kültür dersleri : Haftada 114 saat.
Zıraat dersleri: Haftada 58 saat
Teknik dersler: Haftada 58 saat
5 yıllık eğitim süresince kültür derslerinin toplam saatleri aşağıdadır.
TÜRKÇE : 736 saat
MATEMATİK : 598 saat
FİZİK : 276 saat
TARİH : 232 saat
YURTTAŞLIK BİLGİSİ : 92 saat
SANAT

Köylerde büyümüş öğrencilere klasik müzik enstrümanları ve geleneksel sazları çalması öğretiliyordu. Aşık Veysel, enstitüleri gezip öğrencilere saz çalmasını gösteriyordu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü bu konuda en zengin enstrüman envanerine sahipti. Daha sonra açılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsündeki derslere Ankara Konservatuvarı öğretmenleri geliyordu. Köy kökenli öğrencilerden kurulu orkestralar müzik eserlerini seslendiriyordu.
1945 yılında Hasanoğlan Köy Entitüsü'ndeki müzik enstrümanları listesi şöyleydi.
MANDOLİN 250 adet KLASİK MÜZİK PLAĞI: 160 adet
KEMAN :55 adet
BAĞLAMA : 37 adet
AKORDEON : 8 adet
RADYO : 3 adet
PİYANO : 3 adet
DAVUL : 3 adet


KAPATILMASI
1946 yılında hükümetin yaklaşan seçimleri yitirme kaygısıyla CHP içinden muhalif milletvekillerinin başını çektiği örgütlü muhalefetin kampanyasıyla, müfredatında ve yapılanmasında kuruluş amaçlarından uzaklaşan değişiklikler yapıldı. İlerleyen yıllarda da, daha önceleri sıkı sıkıya bağlı olduğu "iş için iş içinde eğitim" ilkesinden uzaklaştırıldı. Önceleri yaratıcılığın ön plana çıktığı eğitim anlayışının yerine giderek geleneksel, ezberci eğitimin yerleştiği öğretmen okullarına dönüştürülerek 1954'te kapatıldılar Cumhuriyet Halk Partisi içinden Köylüyü topraklandırma Yasasına karşı çıkan bir kesim parlementer Demokrat Partiyi kurdu. Bu parlementerler içinde Atatürk Devrimlerine karşı olup tek parti düzeninde bu düşüncelerini açığa vuramayanlar olduğu, Atatürk devrimlerine muhalefet hisleri besleyen ancak bu karşıtlıklarını ortaya koymaya cesaret edemeyen siyasi ve toplumsal yapının bir karşı devrim atağı başlatarak Köy Enstitülerinin kapatılmasını sağladığı iddia edilmiştir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü eski müdürü Rauf İnan ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Köy Enstitülerinin kapatılmasının Atatürk Devrimleri karşıtlarınca başlatılan bir Karşı Devrim hareketi olduğunu söylemişlerdi. 1945 yılında Köy Enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatılmıştı. Parlementoda bütçe görüşmelerinde milletvekili Emin Sazak'ın Köylere giden enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar demesi üzerine Hasan Ali Yücel, Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir şeklinde cevap vermişti. Köy enstitüleri 1954 yılında kapatılmıştı.
Köy Enstitülerine yöneltilen ve kapatılmaları ile sonuçlanan belli başlı eleştiriler birkaç ana başlık altında toplanabilir. Enstitülerde öğrenciler tek tip üniforma giyiyordu ve enstitü müdürü bile buna uyup aynı üniformayı giyiyordu. Öğrenciler bizzat yönetime katılıyorlardı. Bu ve benzeri sebepler ile enstitülere koministlik suçlamaları yapılıyor arada bir ihbar mektuplarını dikkate alan poisin baskınlarına uğruyordu. Kız öğrencilerin erkek öğrenciler ile karma eğitim görmesi sonu gelmez dedikodulara neden oluyordu. Köylüler okul ve enstitü inşaatlarına yardım ile devlet tarafından mükellef kılınmıştı. Bu zorlamalar köylülere angarya olarak geliyordu. Öğrencilerin boğaz tokluğuna öğrenim görecekleri kendi okullarının inşasında çalıştırılmaları eleştirilmekteydi
Köylere atanan öğretmenler yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşıyorlardı. Bu geçimsizlikler köy öğretmenlerinin toprak ağalarının seçtirdiği milletvekillerine şikayet olarak ulaşıyordu. Bu durum toprak sahiplerinin durmaksızın Ankara'ya baskı yapmalarına neden oluyordu.
KURULUŞUNDA EMEĞİ GEÇENLER

Mustafa Kemal Atatürk
Cumhuriyet kurulduğunda vatandaşların sadece %3-4 'ünün okuma yazması vardı. Halkın %80'i köylerde yaşıyordu. Atatürk ilk defa Köy Enstitülerin kuruluş yasalarını çıkardı. İlk önce askerliğini çavuş olarak yapmış erlerden köy öğretmeni yetiştirilip köylerine öğretmen olara gönderilme projesini önerdi ve bu proje uygulandı.

Hasan Ali Yücel İsmail Hakkı Tonguç ve İsmet İnönü
Yoğun muhalefet ortaya çıkmadan önce Köy Enstitülerinin arkasında durdu ve her türlü desteği verdi. Toprak reformunu desteklediğini açıklamıştı. 1946 seçimlerinde CHP'ye oy keybettireceği endişeri ile Köy Enstitülerinin kapatılmasına karar verdi İsmet İnönü 1966 yılında geride bıraktığı hayatı boyunca hatırlanacak en önmli eserlerinin Köy Enstitüleri ve çok partili hayata geçiş olacağını söyledi .

12 Nisan 2009 Pazar


M A Y O N U N T A R İ H Ç E S İ





Bikini 1946 yılında ortaya çıktığında aslında kadınlar tarafından ilk bu tarihte kullanılmaya başlanmamıştı. Umuma açık yerlerde bikinin ilk ortaya çıkışı dördüncü yüzyıla dayanıyor. Eski Roma’da jimnastik ve spor yapan kadınlar alt ve üst olarak iki parçadan oluşan bikini modeli bir kıyafet giyiyorlardı. Hatta ayak bileklerine de halhal takıp kendilerine aktif kadın imajı yaratıyorlardı. Bugün de plajlara baktığımızda aynı modeli görmek mümkün...Bikini Eski Roma’da olduğu gibi bugün de modern kadının simgesi olarak önümüze çıkıyor...

20. yüzyılın ilk zamanlarında dünyanın hemen hemen her yerinde bikini veya benzeri kıyafetlerin giyilmesi düşünülemezdi bile. Kadın yüzücüler plajlarda kendilerini gizleyebilmek için sıradışı uzunluktaki giyimleri tercih ediyorlardı. Katlı deniz kıyafetleri o dönemde revaçtaydı. Toplumların daha kapalı ve muhafazakar süreçler içinde yaşıyor olması kadınların da umuma açık yerlerde kapanmasına yol açtı. Fotoğrafta da görüldüğü gibi kadınlar plajlarda değil daha arka planda at arabalarının üstünde zamanlarını geçirirken erkekler ön planda yer alıyordu...



20. yüzyılın ilerleyen dönemlerinde kapalı tarzdaki deniz kıyafetleri yerini daha modern ve kadın vücudunu ortaya çıkaran bugün ‘mayo’ olarak tabir ettiğimiz modele bıraktı. Fakat yine de kadın vücudunun büyük bölümünü kapatan bir modeldi.Fotağraftaki Avustralyalı kadın yüzücü ve sessiz sinema oyuncusu Annette Kellerman ilk defa Boston’daki Revere Plajı’nda bu kıyafetle görüldü ve kadınların yüzme tarihinde yeni bir adım daha atılmış oldu.
Ardından iki parçalı kadın mayosu dönemi geldi. Kalçayı ve göbek çukurunu tamamen kapatan bu yeni modelin üstü de şimdiki bikiniler gibi açık değildi elbette. Fakat eskiye göre yine de oldukça cüretkar bir giyim şekliydi.Dönemin ünlü starları Ava Gardner, Rita Hayworth ve Lana Turner gibi isimler iki parçadan oluşan bu kıyafeti tercih ediyorlardı. Fotoğrafta Ava Gardner’ın 1941 vyılında çekilmiş görüntüsünü izliyoruz...
Kelly Killoren’in ‘The Bikini Book’ isimli kitabında çekici kadınların adeta atom gibi aktif bir görünüme bürünmekte geç kalmadıkları anlatılıyor. 1946 yılında Fransız Jacques Heim bugün bildiğimiz anlamda ilk bikini tasarımını yaptı. Adına da ‘atome’ dedi.Ardından Louis Reard, ABD’de ‘atome’ un teste çıkmasından 5 gün sonra yeni bir tasarımla ortaya çıktı. Adını da ‘le bikini’ koydu. Böylece bugünkü bikininin ilk olrtaya çıkışı gerçekleşti
Le Bikini’ nin dünya geneline yayılması da devamında geldi. Fotoğrafçı Micheline Bernardini’nin çektiği fotoğraf dünya geneline yayıldı. Reklam kampanyalarında ve afişlerde de bolca bikinili kadın figürü kullanılmaya başlandı. Yandaki afiş 1947’de ‘My Favorite Brunette’ isimli filmin afişi. İlerleyen dönemde Time dergisi de konuyu kapa
ğına taşıdı.
Bu fotoğraf 1953’te Cannes Film Festivali’nde çekildi. Brigitte Bardot ‘un festival sırasında çekilmiş bu görüntüsü oldukça olay oldu. Bu fotoğraf Fransız Riviera’sında bikini kullanımını patlattı. Artık dünya hiç sonu gelmeyecek bikinili kadın modelini benimsedi...
Yaklaşık üç yaz sonra artık tüm starlar sahillerde bikiniyle boy göstermeye başladı. Artık geçiş süreci atlatılmıştı. Kadınlar plajlarda tüm hatlarını ortaya çıkaran bikinilerle rahatça koşabiliyorlardı.

Bikini daha sonra her yerde bulunan hatta sokaklarda satılan bir obje haline geldi. Yeni tasarımsal modeller yaratıldı. Artık modanın bir parçası oldu.
Bikini artık seksiliğin bir simgesi. Kadınlar 1970’li yıllardan sonra bikini uğruna ince belli ve göbeksiz olmaya özen göstermeye başladı. Cheryl Tiegs’in objektifinden Everett Koleksiyonu fotoğrafta görülüyor. İşte yeni ideal kadın modeli...
..
Bugün artık bikini modeli daha da seksi bir hal aldı. Tanga bikiniler karşınızda. Tanga ilk olarak 1970 yılında Brezilya’da ortaya çıktı. O günden bugüne artık dünya genelinde hatta Türkiye’de tüm plajlarda görebiliyoruz. Latin esintisinin tüm dünyaya yayılması tanga sayesinde gerçekleşti...

İç çamaşırını andıran tangalar artık her yerde karşımızda. Dergi kapaklarında, televizyonda, plajlarda, moda defilelerinde açıkçası heryerde.... Erkekleri eskisi kadar şok etmese de yine de büyük heyecan uyandırıyor....

Yaz geliyor. Plajlar renklenecek. Plajlarda bikinili kadınlar boy göstermeye başlayacak. Bikininin sahillerin vazgeçilmez parçası olduğu günümüzde, işte size bikininin kısa bir tarihçesi...

7 Nisan 2009 Salı

S.Ö.O MEZUNLARININ OKUL ANILARI

Sivas Öğretmen Okulu 2-B sınıfı, Tarih öğretmenimiz
Makbule Özdoğan'la (Naylon) birlikte. M.Özdoğan'ın
arkasındaki açık caketli benim

Burhan BURSALIOĞLU

Yayınlanan bu anılar, Sivas Öğretmen Okulu Mezunları olarak 2002 de ikinci baskısını yaptığımız " BİR ZAMANLAR KABAKYAZISI " albümünden alınmıştır. B.B.



NEREDE
--- Nezir ÖZMEN’den ---

“İstanbul Haydarpaşa Lisesi mezunuyum Okul dışı bitirme sınavlarına gireceğim. Okulun bahçesine adım attım, karşılaştığım kişiler öğretmen mi, öğrenci mi ? şaştım kaldım. Kılık kıyafetleri, davranışları, kişilikleri beni o kadar etkilediler ki…”Seçkin bir eğitimci böyle söylüyordu.
Anılar… Demir almış giden sessiz gemiler…
Kimileri rahmetli olmuş, lakaplı, lakapsız öğretmenler, öğrenciler. Kaptan Naciler, Horozlar, Atlar, Keşler… Dostluğun doruğu Canlar, Erdemler, Karababalar, Berkerler, öte yandan
Kadri Kiperler, Fazıl Beyler, Tömekçeler, Naylonlar,Kelleciler, Coniler, düdükler, Uykusuzlar, Gogiler.
Eyüp Hamdi ve Nazım’ın, suratında patlayan tokadı, olamazın olması. Anılar, varsın oldukları yerde, yüreklerde kalsın.
“…Cumhuriyet Gençleriyiz…”
İlkelere, ruhlara işleyen bir ulusal bilinç, inanç, hücrelere sinen öğretmenlik ruhu.
Sivas Öğretmen Okulu mu? Okul değil EKOL.


AFERİN 9 --- Ragıp HANDIR’dan ---


Ders Pedegoji. Öğretmenimiz, (Allah rahmet etsin ) Eyüp Hamdi Akman --Gogi –
Ağabeylerimizden duymuştum. Yazılıda çok kağıt dolduran iyi notlar alır. Ama yazılıda cevap olarak ne yazarsan yaz. Yeter ki çok kağıt yazılmış olsun.
Ben de bir yazılıda kağıdıma; her soruyu yeniden yazarak o günün devrinde aklıma ne gelirse yazdım. Hatta, baş ağrısı çekiyordum. Sayın Hocamıza cevaplarımın bir tanesinde de bu baş ağrısının sebebini ve kendisinin de psikoloji öğretmeni olması hasebiyle, bunu sebeplerini bilebileceğini, tavsiyelerinin ne olacağını sordum. Tabii bu arada da 9-10 kağıt doldurdum. Ancak, ikinci ilginç bir durum var. Kalemim yoktu, kendisinden kalem istedim, istemez olaydım. Her dolanışta yanıma gelip kulağıma, “ Aman Handır, yavaş bastır kalemi, bir şey olmasın “ ikazından da bir hayli sıkılmıştım.
Sonuç olarak, notlar okunduğunda, “Handır, aferin, çok iyi çalışmışsın, 9 aldın” demez mi?


DONUYORDUK --- Remzi BAŞAK’tan ---


1952-1953 öğretim yılı. Köy okulu stajına gittiğimiz merkez Şimkürek köyü İlkokulunda nöbet günü bende idi.
Kışın Kızılırmak donduğundan, arkadaşların ve köyün ihtiyaçlarını çimento fabrikasından temin ediyorduk.
Nöbetçi olmam dolayısıyla ihtiyaçları almak bana düştü. Bafra’lı Osman’ı alarak yola çıktık. Kızılırmak’ın tam ortasında buz kırıldı.. İkimiz de belimize kadar suya gömüldük. Birbirimize yardım ederek karaya çıktık. Ölümle yarım saat pençeleşmiştik. Tekrar köye döndük. Dersteki arkadaşlar bizi görünce şaşırdılar. Hemen sobayı yakarak bizi donmaktan kurtardılar.
Bu olayı hayat boyu unutamıyorum.

--- Ulviye (Torun ) SARAÇOĞLU’ ndan ---
HAVUZA PARA

Okul bahçesindeki havuz kışın buzlanırdı. Bu hali, okul mensuplarına, eğlence pisti olurdu. Öğle tatilinde, hocalarımız, mesela, Fazıl Bey havuza para atar, cesaretli bir öğrencinin almasını isterdi.
Bir gün yine cesur bir öğrenci buzun kırılmasıyla sulara batmıştı. Bütün okul bahçeye toplanmış gülmekten kırılmıştık.

KAÇAMAK
--- Kemal SEZER’ den ---

Yatılı öğrenciler hafta sonları, akşam hamama giderdik. Zannediyorum Kurşunlu hahamı idi. Herhalde 2. sınıftaydım.
Hamam çıkışı okula dönmemiz lazım. İki arkadaş sinemaya gittik. Güzel bir film vartdı. Geç saatte okula döndük. Fazıl Erdine öğretmenimiz nöbetçi imiş. Bizi yakaladı. Çok korktuk. Bağırdı, fakat dövmedi. “Yarın görüşürüz” dedi.
Disiplin kuruluna verilmemizden korkuyorduk.
Ertesi günü bizi çağırdı. Kırgınlığı geçmişti
Biraz konuştu, öğüt verdi ve affetti. O zaman çok sevindik…






3 Nisan 2009 Cuma

MUSTAFA KEMAL HARPOKULU ÖĞRENCİSİ


CAN DÜNDAR' dan


Bu fotoğrafın varlığından ilk kez Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı’ndaki çalışma sırasında haberdar oldum.

Vizyona giren filmimiz “Mustafa” için belge araştırmasındaydık. Bizimle ilgilenen Albay, Mustafa Kemal’in Harbiye öğrencisiyken çekilmiş fotoğrafını görüp görmediğimi sordu.
“-Hayır görmedim” dedim.

Mustafa Kemal’in bildiğimiz en eski fotoğrafı, 1902 yılında Harbiye’den mezun olurken çektirip annesine yolladığı fotoğraftı.Orada 21 yaşında, kılıç kuşanmış, bıyıklı bir teğmendi.Öğrencilik yıllarını hiç görmemiştik.107 yıllık fotoğraf heyecan içinde fotoğrafın yerini sordum.
-İstanbul’da Harbiye Askeri Müzesi’nde olduğunu söylediler.
Hemen gerekli izinleri alıp Harbiye Müzesi’ne koştuk.Arşiv açıldı ve dile kolay tam 107 yıl açığa çıkmamış bu fotoğraf ortaya çıktı .

.Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bu fotoğrafı Harbiye ikinci sınıfta çektirdiği sanılıyor.Yani yıl 1901 olmalı...Mustafa Kemal, oturduğu yer, oturuş biçimi ve paltosuyla hemen fark ediliyor. Bıyıkları yeni terlemiş daha...Henüz kılıç kuşanmamışlar ama hepsinin ellerinde kitap var. Hep omuz omuza.

Fotoğraftakilere gelince...
Mustafa Kemal’in hemen solunda oturan genç, Ali Fuat olmalı...Ali Fuat (Cebesoy) “Sınıf Arkadaşım Atatürk” başlıklı anılarında Mustafa Kemal’le tanıştıkları cuma akşamını ayrıntılarıyla anlatır. Okuldaki 2 bin öğrenci içinde bu ikili yakın dost olmuşlardır. Dostlukları ömür boyu iniş çıkışlarla sürecek, Ali Fuat, sürgünlerde, cephelerde de hep fotoğraftaki gibi Mustafa Kemal’in yanında olacaktır. Suikast davasıyla bozulan ilişkileri zamanla düzelecek ve Fuat Paşa, Savarona’da ona eşlik eden bir avuç insandan biri olacaktır.

Fotoğrafta Mustafa Kemal’in sağ yanında oturan devrik fesli genç de ömür boyu onun yanında olacak dostlarından biri: Kazım Özalp...
O, Atatürk’ten bir yıl sonra Manastır İdadisi’ne girmişti. Orada tanışmışlar, grup içinde arkadaşlık etmişler, lokumuna tavla oynamışlardı. Kazım, Mustafa Kemal’in “tavlada bile kaybetmeye tahammülü olmayan kişiliğini” orada fark etmişti. (“Atatürk’ten Anılar”, Türkiye İş Bankası Y, 1992) Sonra Harbiye’ye de bir yıl sonra onun peşinden gitmişti. Bu kez Babıali’deki Stefan’ın kıraathanesinde veya Sirkeci’deki Yani’nin kahvehanesinde buluşuyorlar, tartışıyorlar, bilardo oynuyorlardı. Fotoğraf, tam o dönem çekilmiş olmalı...

Üniversiteli Mustafa Kemal 20. yüzyıl başından 1938’e dek süren bir dostluk tablosunu belgeleyen bu fotoğraf, bizi üniversite öğrencisi Mustafa Kemal’le tanıştırıyor.Kuşkusuz bundan böyle okul kitaplarında yerini alacaktır.

2 Nisan 2009 Perşembe

HARFLERİN İFADELERİ


A - B - C

Burhan BURSALIOĞLU

A: Algılama gücü ve mantık yürütme kabiliyeti yüksek kişiliği temsil eder.
B: Ön sezileri kuvvetli kişiliği temsil eder. En olumsuz olaylarda dahi umutlarını yitirmeyen kişiliktir aynı zamanda.
C: Güzel sanatlara yatkınlığı temsil eden, duygusal kişiliği ifade eder.
Ç: Zevk ve sefa düşkünü kişiliği temsil eder.
D: Üstün gücü temsil eder. Hırslı ve zorluklara direnen kişiliği ifade eder.
E: Ruhsal karışıklığı temsil eder.Yani, üzüntü ve sevinci bir arada yaşayan ve ruhsal gel- gittikleri olan kişiliği ifade eder.
F: Sakinliği temsil eder.Uysal ve güvenilir kişiliğin işaretçisidir.
G: İnatçı kişilik, gerginlik ve üstün güçlere sahip olma arzusunu ifade eder.
H: Sakin ve durağan bir kişiliği ifade eder. İ –I:Hassas, duygusal ve kırılgan bir kişiliği temsil eder.
J: Kaprisli ve kıskanç kişiliğin belirtisidir.
K: Başarılı, unvan sahibi ve daima yükselen bir kişiliği ifade eder.
L: Sanatsal yönleri olan kabiliyetli kişilik ifadesidir.
M: Ticarete yatkınlık ve yüksek zeka seviyeli kişiliği ifade eder.
N: Üstün güçlere sahip, sağduyulu kişileri temsil eder.
O-Ö:Gizemli kişilik sahibidir.Gizliliği sever ve duygularını açığa vurmaktan kaçınan tiplerdendir.
P: Kendinden emin kişilik, girdikleri ortamda kendine güvenli tavırlarıyla dikkat çekerler.
R: Tereddütlü kişilik demektir, karar vermede zorlanmalar yaşarlar.
S-Ş:Hayalperestliği sembolize ederler. Aşırı hayal kurarlar.
T: Oldukça ketum tavırlı ve duygularını karşısındakine açmayı zor başarabilen kişiliği temsil eder.
U-Ü:Durgun görünümlü, çok ağır hareket eden, işlerini ağırdan alan bir profil çizen kişiliktir.
V: Kendi içine dönük, umursamaz kişiliği ifade eder. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın felsefesiyle hareket eder.
Y: Geçmişteki izleri, üzüntü ve diğer olayları sürekli yaşar, geçmişlerini asla unutmazlar ve güçlü bir kişilik yapısı gösterirler.
Z:Bilimsel açıdan başarılı,okumayı seven, akademik anlamda başarılı kişiliği ifade ederler.

31 Mart 2009 Salı

GÜNCEL ALINTILARDAN









Seveni ve sevmeyeni bol olan Hıncal Uluc'un yazısı.Yoruma bile gerek yok. (Alıntı)
Gün Atatürkçülerin günüdür!..

Atatürkçüler!.. Atatürk Cumhuriyetinin sahipleri.. Laik, çağdaş, batılı, demokrat Türkiye Cumhuriyeti' ne inanan insanlar.. Eğer bugün susarsanız, bugün sinerseniz, bugün koparılan gürültüler, tozduman edilen ortamda Atatürk ve Cumhuriyeti' nden şüphe ederseniz hele, biteriz. Atatürk biter. Atatürk Cumhuriyeti biter.. Yıllar önce İkinci Cumhuriyet sulandırmasıyla ortaya çıkıp, aslında Ortadoğu ve Orta Asya'ya Göz dikmiş Amerika'nın ihtiyaç duyduğu tampon, uydu "Ilımlı İslam" devletine döneriz.
O zaman yeni bir Atatürk de bekleyemeyiz. Çünkü Atatürk'ler tarihte kolay yetişmiyor.. En azılı düşmanı Lloyd George'un dediği gibi, yüzyılda bir geliyorlar dünyaya.. Geçen yüzyıl bize nasip olmuştu. İki yüz yıl üst üste şansın bize dönmesini ummayın.. Bakın, Ortadoğu ve Orta Asya siyasetini tamamen bir Ilımlı İslam Türkiye'ye bağlamış. Amerika'nın niyetleri nasıl açık!... Ne diyor gayri resmi sözcüleri Newsweek dergileri.. Türkiye'de iki derin devlet var. Biri temiz.. Onlar AtatürkCumhuriyetçisi laikler.. Kimler?.. Ordu.. Yargı.. Üniversiteler. Yani tüm dinamik güçler ve tüm Atatürk bekçileri.. Bunlara dil uzatamıyor. Ne diyor.. Bir de Kirli derin devlet var.. Temiz derin devlet varlığını devam ettirebilmek için kirliye muhtaç. Yani eninde sonunda o da bulaşık.. O da kirli.... Ve baklayı ağzından çıkarıyor.. "Ey Türk milleti.. Bu derin devletten kurtulmak için tek yol var önünde..Mart ayındaki seçimlerde oyunu AKP'ye ver. Yüzde 47'den daha fazla ver ki, onlar iyice coşsun, ötekiler iyice pıssınlar.." Yani, Deniz Baykal'ın göstermelik, Devlet Bahçeli'nin "Yavru" muhalefetine bile tahammül edemiyorlar, görünüşte. Aslında Amerika'nın sorunu muhalefet değil. Bir Kemal Derviş müdahalesiyle işi nasıl başarıp, darmadağın ettikleri tüm öteki partiler yanında iktidarı AKP'ye nasıl altın tepside sunduklarını bilmeyen var mı?. Amerika'nın sıkıntısı Atatürk'ün ve ilkelerinin yılmaz bekçisi Ordu.. O, orda, öyle dimdik durdukça, Cumhuriyetin laik ilkelerinden ödün vermek, Ilımlı İslam devleti kurmak mümkün olmayacak.. O zaman hedef ne?.. Ordu!..
Türkiye'nin derin devleti var da Amerika'nın yok mu?..
Onlar salmazlar mı kendi derin devletlerini Türk Ordusunun üzerine..
O ordu yıpratılır, o ordunun Türk halkı nezdindeki başından beri açık ara süren "1 numaralı güvenilen kurum" niteliğine gölge, şüphe düşürülürse iş kolaylamaz mı?..
Oynanan oyun bu..
Bu ülkede her iktidar, polisi ele geçirebilir..
Ama Menderes dahil, Ordu'yu ele geçirebilen çıkmadı.
Çıkmaz.
O Harpokulu orda durdukça çıkmaz.
Bugün polis ne durumda biliyor musunuz?.
Tarikatlar ne kadar sızmışlar haberiniz var mı?.
Bugün Ordu'yu yıpratan her olayın içinde ve başında polisin olması tesadüfmü?.
Polis, yargının, yani savcıların, mahkemelerin isteğiyle mi hareket ediyor, yoksa iktidarın emir kulu mu?.
Polisin, o gün nereleri basacağını polisten evvel devlet televizyonunun bilmesini neye bağlıyorsunuz mesela..
Çok kritik bir Ordu mensubunun evi basılır, güya çok önemli belgeler ele geçirilirken, savcılara haber verilmeyişi, polisin eve gelip yalnız başına 3 saat çalışması ve bilgisayarı yedekleme yapmadan alıp gitmesi tesadüf mü?.
İçinden çeşitli silahlar çıkan kazı yapılırken, polisin tüm özel yayın kurumlarına engel olup, sadece TRT kameramanı eşliğinde çalışması hep masum tesadüf, ya da talihsizlikler mi?.
Ordu'dan şüpheyi pompalayan satılık kalemler, hem de bu kadar temel yanlışı yapan polisi niye eleştirmiyorlar sizce?.
Geçen gün, bulunan silahlarla ilgili, 1965 yılında askeri okulda bize verdikleri dersi özetledim. İşgal altındaki ülkede, işgalcilerle gerilla savaşı yapmak için, barışta gömülen, saklanan silahları anlattım.
Bir emekli General dedi ki..
"Yazdıkların doğru.. Bak sana söylüyorum. Bugün bulunan tüm silah ve cephanenin devlete kayıtlı olduğunu asker de, polis de biliyor. Asker görev bilinci içinde sırlarını açıklamaz. Susuyor. Polis bunu biliyor ve kullanıyor.. Asker hızla yıpranıyor.."
Ergenekon adı altında kopan tüm gürültünün baş hedefi, Atatürkçüler ve de özellikle Atatürk'ün ordusu..
İşte onun için diyorum..
Gün susma, sinme, geri adım atma, "Hele bir bekleyelim" deme günü değil..
Onlar organize.. "Fet" diyorum, yüzlerce küfür, tehdit maili yağıyor.
Bir yerden işaret almış gibi..
Bütün gazete yöneticileri, bütün köşe yazarları bu baskının altında..
Atatürk'e söven yazılar son günlerde nasıl azdı, nasıl yoğunlaştı?..
Çünkü onlara da alkış yağıyor her sövmelerinde, ayni merkezlerden..
Coşuyorlar.
Atatürk Cumhuriyetçileri. .
Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençler..
Korkmayın..
Sinmeyin..
Susmayın..
Bilgisayarlar kilitlensin haykırmanızla..
Atatürk'ün kurumları, onlara sahiplendiğinizi görsün, hissetsin,yaşasınlar...
Bu ülke bizim..
Bu Cumhuriyet bizim..
Atatürk bizim..
Biz yaşadıkça..
Korkmadıkça, sinmedikçe, palavraya pabuç bırakmadıkça..
Hıncal ULUÇ

30 Mart 2009 Pazartesi

ATATÜRK'ten ANILAR

















Burhan BURSALIOĞLU


ATATÜRK' e BİR KÖYLÜNÜN CEVABI

Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep söyle düşünürlerdi :- Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler... Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaş açarlar, Balkan milletlerini istiklal diye kışkırtırlardı. Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler durmadan zenginleşirlerdi. Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk'e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir. Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş :- Bu köşk kimin ?- Kirkor'un... - Ya şu koca bina ?- Yargo'nun- Ya şu ?- Salomon'un... Atatürk biraz sinirlenerek sormuş :- Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur :- Biz mi nerede idik ? Biz Yemen'de, Tuna boylarında, Balkanlarda Arnavutluk dağlarında, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk pasam... Atatürk bu hatırasını naklederken :- Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuşstur, der dururdu.


Atatürk'ün nükteleri-fikralari-hatiralari, sh 18


CUMHURİYET


Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kagıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle: - Beni tanıdın mı oğul? dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış...Ne olur, bir kere de siz söyleseniz. Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle :- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta vecd (çosku) dolu bir sesle:- işte, Cumhuriyetten beklediğimiz netice... Diyordu.


Köymen, Hulusi; Atatürk’ü anmak kitabindan, s. 260


OLUR ŞEY DEĞİL


Muallimler Ankara'da bir içtima (toplantı) yapmışlar, içtimaa iki üç muallim hanım da iştirak ederek salonda ayrı bir yere oturmuşlardı. Muallim hanımların içtimaa gitmelerini hoş görmeyen meclis'in sarıklıları Gaziye şikayete gidiyorlar. Gazi kızarak :- "Kimmiş muallimler cemiyeti reisi ? Çağırın onu !"Ve Mazhar Müfit birkaç dakika sonra içeri girince, gürleyen bir sesle çıkışıyor :-"Siz muallimler içtimamda ne yapmışsınız ? Ne ayıp şey bu ?"Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi'den bu hareket mi beklenirdi ? Sarıklılar muzaffer bir eda ile gülüyor. Sarıklılar neş'e içinde Gazi'nin sesi hep aynı tonda devam ediyor. - "Olur şey değil, olur şey değil !"Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış bir halde cevap vermeye çalışıyor :-"Efendim, vallahi... "- "Birak birak, ben hepsini biliyorum; içtimaa muallime hanımları da çağırdınız. Fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz ? Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk hanımının faziletine mi ? Bir daha öyle ayrılık, gayrılık görmeyeyim, anladınız mı ?
Atatürk'ün nükteleri-fikralari-hatiralari sh 59


DEVLET İMKANLARINI AMACINA UYGUN KULLANMA


Sivas kongresi sonrası, heyeti temsiliye’nin Ankara’ya gelmesi kararlaştırıldıktan sonra Mustafa Kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle Ankara’ya geldiklerinde keçiören yolu üzerindeki zıraat mektebi’ne misafir edilmişlerdi. Daha sonra Mustafa Kemal Ankara istasyonundaki gar müdürlüğü binasına yerleşsti. Burası hem evi, hem çalışma yeriydi.O tarihlerde Ankara vilayetinin şehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçiören, Etlik, Dikmen, Ayranci’da bağ evleri vardı. Bunlar arasında Çankaya'da papazın bağı olarak adlandırılan iki katlı ev Mustafa Kemal’e armağan edildi ve o da, evi, Ordu’ya devrederek evin adı ordu köşkü oldu. İki katlı binaya 1924’de ilaveler yapıldı, fakat bina ısıtılamıyor idi. Zafer, inkilaplar, Cumhuriyet, Dünya'nin üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa Kemal’in müstesna şahsiyeti, mütevazi de olsa yeni bir devlet başkanlığı konutunu zorunlu kılıyordu.Mustafa Kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, dış cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yeşilin her tonu ile ve planın esası Mustafa Kemal’in olan yapı 1932’de tamamlandı ve aynıi yılın Haziran ayında da taşınıldı. Pembe köşkün döşenmesi için bütçede pek mütevazi para vardı. Gazi, gerekli olanı şahsi imkanları ile karşılama kararı aldı ve kendisine tavsiye edilen o günlerde Beyoğlu İstiklal caddesinde bir Türk’ün açtığı dekorasyon mağazası sahibi Selahattin Refik beyi Ankara’ya davet etti. Binayı gezdirdi, arzularını açıkladı ve kendisinden teklif istedi.Kisa süre sonra kendisine sunulan tasarıyı inceledi, muhatabı konuyu gerçekten biliyordu ve anladı ki, kendisini tanıyanlarca da uyarılmıştı. Buna rağmen teklifleri hazırlayanları kırmadan ülkenin mütevazi imkanlarını izah edebilmiş olmanın rahatlığı içinde feragatlar istedi. O sırada Ata’nin yanında olan Ankara belediye başkani Asaf İlbay bey Ata’nin şu açıklamasını kaydeder. “Biliyorsunuz burası Cumhurbaşkanlığı köşkü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin doğrudan seçeceği zatlar gelecek. Bu eşyaların parasını benim şahsen verdiğimi sizler biliyorsunuz ama, yarın bunu bilmeyenler içinde yanlış hükümler veren olmaz mi? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapılamadığı bütçe darlığı içinde israf yapıldığını düşünenler bulunmaz mı? Bir endişem de karar mevkinde olanların şahsi arzularını devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermeleridir. Bunu hiç istemem.”Sonra Selahattin Refik bey’e döner:“Şahsi imkanların olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrisi tercih etme tercihindeyim. Beni anlıyorsunuz zannederim.” Der.


Cemal Kutay, Atatürk olmasaydi


























28 Mart 2009 Cumartesi

ÇİÇEKLER








ÇİÇEKLER NEYİ İFADE ETMEKTELER

Burhan BURSALIOĞLU




AKASYA- (Pembe veya kırmızı) : Seni beğeniyorum.
AKASYA (Beyaz) Bizimki temiz bir sevgi, belki biraz arkadaşca.
AKASYA (Sarı) Platonik aşk.
ANANAS : Sen kusursuz birisin.
ARDIÇ: Seni koruyacağım.
AYÇİÇEĞİ: Sana tapıyorum.
AÇELYA: (hint): Gerçek şu ki, her şey bitti.
BADEM: Aşkımızın sürmesini ümit ediyorum.
ÇAN: Aşkımıza sadakatle bağlıyım.
ÇİNGÜLLÜ: Zarif ve çok güzelsin.
ÇUHA: Çok güzelsin.
ELMA: İtiraf etmem gerekirse, seni görünce şeytana uyasım geliyor, ya senin?
ERİK: Sözüme sadık kalacağım.
FINDIK: Barışmak istiyorum
FULYA: Sevgilim geri dön.
GARDENYA: Gerçek aşkımsın.
GELİN EL ÇİÇEĞİ: Mutlu olabiliriz.
GLAYÖR (Beyaz): Dostluk.
GLAYÖR (Kırmızı): İstek .
GLAYÖR (Pembe): Zerafet.
GLAYÖR (Sarı) Kıskançlık.
GLAYÖR (Mor) İnanç.
GÜL (Beyaz) Masumluk
GÜL (Pembe): Arkadaşımsın.
GÜL (Kırmızı) Seni seviyorum.
GÜL GONCASI (Kırmızı) Genç ve güzelsin.
HANIMELİ: Sana olan bağlılığım sonsuza kadar devam edecek.
HERCAİ MENEKŞE: Beynimi i,şgal ediyorsun, ama ben bu durumdan şikayetçi değilim.
İSPANYOL YASEMİNİ: Bence sen çok seksi ve şehvetlisin.
KAKTÜS: Aşkımız için zorluklara katlanmalıyız.
KAMELYA: Kusursuz bir aşıksın.
KARANFİL (Koyu kırmızı) Kalbimi kırdın.
KARANFİL (Pembe) Seni unutmayacağım.
KARANFİL (Kırçıllı) Üzgünüm ama bitmek zorunda.
KARANFİL (Sarı) : Beni hayal kırıklığına uğrattın.
KRİZANTEM (Beyaz) : Bana gerçeği söyle.
LALE (Kırmızı): Aşkımı itiraf etmek istiyorum.
LALE (Alacalı): Gözlerin çok güzel.
LEYLAK (Mor) :Sana ilk görüşte aşık oldum.
LİLYUM: Güven.
MENEKŞE (Mavi): Sana sadık kalacağım.
MENEKŞE (Mor): Düşüncelerimi koruyacağım.
MELEKOTU: İlham kaynağımsın
MİMOZA: Fazla alıngansın
NANE: Sana karşı içimde sıcak hisler besliyorum.
ORKİDE: Aşkım, sen çık özelsin.
ÖKSEKOTU: Sorunların üstesinden geleceğim.
PAPATYA ( Bahçe) Fikirlerini benimsiyorum
PELESENT: Aşkım daha fazla bekletme.
PETUNYA: Umudunu yitirme.
PORTAKAL: Ben de seni seviyorum.
SARDUNYA: İçin rahat olsun, her zaman yanındayım.
SARMAŞIK: Aşkıma sadığım.
SEDİR YAPRAĞI: Senin için yaşıyorum.
SÜSEN ÇİÇEĞİ: Sana bir haberim var.
ŞEFTALİ: Seninim.
YASEMİN: Güzel ve çekicisin.
YENİBAHAR: Acını paylaşıyorum.
ZAMBAK: Seni neşeli buluyorum.
ZEYTİN: Barışalım.

25 Mart 2009 Çarşamba

DEĞER Mİ BEYLER !












Burhan BURSALIOĞLU
29 Mart mahalli seçimlere şunun şurasında birkaç gün kaldı. Seçime kadar, Belediye Başkan adayları, Belediye Meclis üyeleri , İl Genel Meclis üyeleri, Muhtarlar, azalar, destekleyiciler, tüm parti başkan ve Milletvekilleri, günlerdir yaptıkları çalışmaların semeresini alacaklar veya hüsrana uğrayacaklardır. Ama şu bir gerçek ki, 30 Mart’ta bir ohhhhh çekip, dinlenmeye çekileceklerdir. Kaybedenler,daha da rahat olacaklar ama, takkelerini, önlerine koyup çalışmalarının bir muhasebesini yapıp gelecek yıllar için ders alacaklardır.
Kazananlar kolay kolay dinlenemeyeceklerdir. Önce tebrikleri kabul edecek. Kapıya bacaya birçok insan gelecek. Kutlamanın yanında iş isteyenler, aş isteyenler, yalakalar, dost, akrabalarla dolup taşacak. Ayrıca verilen sözler listelenecek, plan ve programlar yapılacak, Yardımcı seçimleri tercihi de dinlenmeyi engelleyici uğraşlar olacaktır.
Kim olursa olsun, kim kazanırsa kazansın, kim kaybederse kaybetsin, bu Millete hizmet amacıyla göreve talip olmuşlardır. Hepsi iyi niyetle, gönülden , aşkla,cesaretle, hizmet etme duygusuyla meydana çıkmışlardır. Seçmen, az çok adayları tanıyordur. Zaten , yabancı bir kişinin aday olması yasal olarak ta mümkün değildir.
Halk, sahnede sıralanmış adayların hangisine oy vereceğini belirlemiştir. Kafasındaki adayı değiştirmesi çok olağanüstü nedenlerle mümkündür. O da çok nadirdir. Adaylar, kendilerini daha iyi tanıtma amacıyla propaganda yapmaları haklarıdır. Bağlı oldukları partiler de adaylarını desteklemek için çeşitli propaganda araç ve gereçlerini de kullanma haklarına sahiptir. Ama ne var ki, bu çalışmalar bazen çok abartılmakta, insanları isyan etme durumuna getirmektedir.
Caddelerde sokaklarda, meydanlardaki parti amblemli bayraklar, boy boy yazılı ve resimli afişler, el ilanları, broşürler, CD ler, kısa metrajlı filmler , kiralanan afiş ve ses cihazlarıyla donatılan taksi, minibüs, otobüs, deniz taşıtları, balonlar, kapı kapı dolaşarak poşetler içinde dağıtılan tanıtıcı parti ve şahıs broşürleri, kömür, beyaz eşya, mobilya, gündüz-gece demeden çalan telefonların karşı ucundaki adayın kendini tanıtıp oy istemeleri, akla gelmeyen, hayretler içinde bırakan birçok çeşitli girişimler, mahalli seçimin görünen manzaralarıdır.. Bunların görünen çirkinliklerinin, turistlere malzeme olduğunu söylemeye gerek yok. Her turist elindeki kamera ve fotoğraf makinesiyle, şaşırdıkları bu manzaraları kaydedip, “Türkiye’den manzaralar” adı altında, “bu ülkede galiba kriz yok” diyerek, hemşehrilerine malzeme sunacak.
Aslına bakılırsa turist haksızda değil. Bu kadar seçim malzemelerine harcanan trilyonlara yazık değil mi? Krizin ortasında, yüzlerce iş yerinin kapandığı, binlerce işçinin çıkarıldığı, rekor kıran işsizliğin olduğu yerde, bu kadar paranın harcanmasına değer mi bu seçim? Bu paralar nerden çıkıyor? Senin, benim cebimizden. Yollar, barajlar, kanallar, fabrikalar, hava alanları, yapılsın diye verdiğimiz vergilerden ödeniyor bunca masraf.. Değer mi? Meydanlarda yapılacak mitingler, kahve hanelerde yapılacak proje tanıtımı ve kişi tanıtıcı görüşmeler yeterli olacaktır kanısındayım. Seçmen, rengarenk afişlere, bayraklara bakarak fikrini değiştireceğini zannetmiyorum. Hangi parti ve adayın bayrağı, afişi, el ilanı, broşürü çoksa, ona oy vereceğine asla inanmıyorum. Belki birkaç kişi etkilenebilir ama yine de çoğunluk inandığı, kafasında, belirlediği kişilere oyunu verecektir. Onun için, diyorum ki, bu kadar masrafa, tantanaya, etrafı kalıntılarla kirletmeye gerek yoktur. Şimdiden, caddeler, sokaklar kalıntılarla dolmaya başladı bile.
Bu işin kaymağını yiyenler de var. Bir kısım, kumaşçılar, nayloncular, bayrakçılar, boyacılar, basımevleri, kağıtçılar, urgancılar, elektronikçiler, baloncular, beyaz eşyacılar, mobilyacılar, kara ve deniz araç sahipleri, vergi daireleri, belediyeler gibi sektörler. Diğer tüm sektörler ağlarken, bunlar, krize meydan okudular. Gönlüm, tüm sektörlerin gülmesidir. Ama, tutumlu olmamız gereken şu ortamda abartılı olarak savurganlık yapmak , ateşe körükle gitmekten başka bir şey değildir. Yarınları düşünmemektir. Yeni zamlar yapmak, yeni vergiler koymaktır. Yeni işsizler ordusu yaratmaktır. Fakiri daha fakir yapmaktır. Yaşam koşullarını daha aşağıya çekmektir. Problemler yaratmaktır. Kısaca, yıkım olmaktadır.
Yasa koyucu, bu savurganlığı önleyici tedbirler almalıdır. Yeni yasalar çıkarmalıdır. Bu Ülkeye yazıktır. Bu Millete yazıktır.Adaylara yazıktır. Yapılan bunca masrafın önüne geçilmelidir.
Tüm adaylara başarılar diliyorum.

23 Mart 2009 Pazartesi

ATATÜRK'ten ANILAR






EN BÜYÜK ESERİNİZ HANGİSİDİR? Bir gün Atatürk'ün yaptığı işlerden bahis açılmıştı. Bir arkadaş: "En büyük eseriniz hangisidir?" diye sordu. "Benim yaptığım işler birbirlerine bağlı ve birbirleri kadar lüzumlu şeylerdir. Siz bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan bahsediniz."


Falih Rıfkı Atay



YABANCI GENERALLERE VERİLEN DERS Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı'nda Viyana'dadır. Generaldir. Bir otelde kalmaktadır. Birçok ecnebi generaller ve diplomatlar da bu otelde kalmaktadır. Mustafa Kemal, yemek salonuna indikçe Avusturyalı bir diplomat ailenin kendisine küçümseyerek baktığını hissediyor. Bir kolayını bulup bu aile ile tanışıyor. İlk fırsatta Mustafa Kemal'e askerlikten bahis açarak bu mesleğin bilgi ile beraber tecrübeye de ihtiyacı olduğunu söylüyorlar ve hemen arkasından da: "Türk Ordusu'nda sizin gibi genç generaller çok mudur?" diyorlar. Mustafa Kemal bunlara unutamayacakları bir ders vermek istiyor. Ve iki gün sonra aynı aileyle birlikte yemek yiyorlar. Mustafa Kemal, Avusturyalıların genç general Napolyon'a karşı kaybettikleri meşhur Olm Meydan Muharebesi'ni anlatmaya başlıyor ve sözü şöyle bitiriyor: "Evet muhterem baylar; Fransız Orduları'nı sevk ve idare eden Napolyon da Olm Meydan Muharebesi'ni kazandığı zaman çok genç bir generaldi." Avusturyalılar bundan sonra ne Mustafa Kemal ile yemek yemişler ve ne de Türk generallerinden ve tarihten konu açmışlardır.


Niyazi Ahmet Banoğlu



YUNAN ASKERİ Dumlupınar Savaşı kazanılmıştır. Düşman askerleri ricat halindedir. Afyon Karahisar hatlarının çözülmesi esnasında birkaç Yunan esiri geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi Muzaffer Kumandan'ın doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüzü kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında hiçbir işaret olmadığından, Mustafa Kemal'e sordu: "Binbaşı mısınız?" "Hayır." Yarbay mı?" "Hayır." " Albay mı?" "Hayır." "Tümgeneral mi?" "Hayır." "Peki nesiniz o halde?" "Ben, Mareşal ve Türk Orduları Başkumandanı'yım!..." Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunan kekeler: "Ben, Başkumandan'ın muharebe hattına bu kadar yakın bir yerde dolaşmasını işitmiş değilim de..."


Niyazi Ahmet Banoğlu



ATATÜRK BİZDEN BİRİDİR


Cumhuriyetin on ikinci yıl dönümü için bir sıra uranlar (pankartlar) hazırlanmıştı. Bunlar içinde şöyleleri de vardı "Atatürk bizim en büyüğümüzdür.""Atatürk bu ulusun en yücesidir.""Türk ulusu yüzyıllardır bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı."Yazılanları özenle gözden geçirdi. Bunlarla bunlara benzeyenleri çizip tümünün yerine şunu yazdı : "Atatürk bizden birisidir."

(Niyazi Ahmet Banoğlu)


BABA SÖZÜ


Paşa, Diyarbakır’da komutandı. Ben de buyruk subayıydım. Babam, Paşa’nın içtiğini duymuştu. İzinden dönerken bana “Bir damla bile içersen hakkımı helal etmem.” dedi. Döndüm. Karargaha vardığım akşam Mustafa Kemal Paşa yakın subaylarıyla sofrada oturmuş içiyordu. Bana da bir kadeh koydular. Ben içer gibi yapıp zaman geçiriyordum. Başyaveri olan Cevat Abbas, usulca Paşa’ya eğildi. “Paşam, Nesip içmiyor, atlatıyor.” dedi. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa bana dönerek kadehini kaldırdı. “Nesip şerefine!” dedi. Ben kıpkırmızı olmuştum. Paşa sordu: - Ne o bir mazeretin mi var? - “Paşam!” dedim. Sizin için canımı veririm. Yalnız buraya gelmeden babam bana içki içmemem için yemin ettirdi de duraksamam odur. Mustafa Kemal Paşa bunu duyunca “Bırak kadehi öyleyse.” dedi. “Babanın buyruğu, benim buyruğumdan üstündür. Seni takdir ettim. Babasına yararı olmayanın kimseye yararı olmaz.”


(Mehmet Nesip Himalay)

ORADAN BÖYLE GEÇİLİR! İngilizler Çanakkale'de Anafartalar Grubu'nu mağlup edip de cepheyi sökemeyince, yeni bir harekete giriştiler, bu cepheyi sağdan çevirmek istediler. Düşmanın planını bozmak için Kireç Tepe'yi tutmak lazımdı; halbuki oraya giden tek bir dar yol savaş gemileri tarafından makaslama ateş altında tutuluyordu. Her an gülleler korkunç patlayışlarla ortalığı alt üst ediyor, ölüm saçıyordu. Bir insanın değil, bir kurdun bile geçmesine imkan görülemiyordu. Kireç Tepe'yi tutmak emrini alan Türk subay ve askerleri tereddüt içindeydiler; fırsat gözetiyorlardı. Fakat düşmanın ateşi bir an bile kesilmiyordu. Mustafa Kemal bu hali görünce siperlere koştu, askerlerin arasına karıştı ve sordu: "Niçin geçmiyorsunuz?" İçlerinden biri cevap verdi: "Düşman ölüm saçıyor, geçilemez!" Mustafa Kemal zerre kadar korku ve tereddüt göstermeden: "Oradan böyle geçilir!" dedi ve ileri fırladı. Mehmetçik artık durur mu? O da kumandanının arkasından ileri atıldı. Toz, duman, alev ve ölüm kasırgasını yaran askerler karşıya vardılar, tepeyi tuttular.


Niyazi Ahmet Banoğlu


YİNE YAK! Atatürk, Florya'dan Çekmece'ye doğru bir yaya yürüyüşünde, bir ağaç altında dinlenen ihtiyar bir adama rastladı. Adam hürmetle ayağa kalktı, Ata'yı selamladı. Atatürk sordu: "Beni tanır mısın?" , "Tanımaz olurmuyum, Evimde resmin bile var!" Atatürk memnun olmuştu. Konuşmaya başladılar. İhtiyar: "Bir işine aklım ermedi" dedi. "Cumhuriyetçiliği, İnkılâpçılığı, Milliyetçiliği Halkçılığı hatta Devletçiliği anlıyorum ama, şu Laikliği pek kavrayamadım. Neden herşeyi birden bozdun?" Ata: "Bunu sana bir hikaye ile anlatayım" dedi. Amr-İbnl-As, Mısır'ı fethettiği zaman, Halife Ömer'e bir mektup yazmış: "Burada birçok kütüphaneler, içlerinde de birçok kitaplar var. Bunları yakayım mı, yoksa bırakayım mı?.." Ömer cevap vermiş: "Kitapları tetkik et, eğer faydasız şeyler ise, yak! Yok, eğer faydalı şeyler ise yine yak! Çünki halk o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize yani - yeniye ve yeniliğe - daima düşman olacaklardır!.." Hikayeyi anlatan Ata, ihtiyara sordu: "Şimdi sana Laikliğin ne olduğunu izah edeyim mi?" İhtiyar derin bir sezgi ve sağduyu ile cevap verdi: "İstemez Paşam, hepsini anladım!" dedi.



İZNİK TARİHİ Atatürk 1936'da İznik'e uğramıştı. Yanında Celal Bayar, Afet Hanım ve daha birçok arkadaşları vardı. İznik Belediye Bahçesi'nde uzun bir masanın etrafında toplananlar, O'nu eğliyorlardı. Afet Hanım, tarihi İznik'i gezmek için Atatürk'ten izin alarak ayrılmak istedi. Atatürk, herkesçe malum olan tarih bilgisine dayanmış olacak ki, şöyle dedi: "Hay hay, gidebilirsiniz, fakat unutmamalı ki, asıl İznik'i göremeyeceksin, çünki o topağın altındadır." Afet Hanım ayrıldıktan sonra Atatürk, masasında oturanlara şöyle bir soru soruyor: "İznik'in etrafını çeviren surların kaç kapısı vardır?" Bu sorunun yanıtını İznik tarihini iyi bildiğini sanan bir İznikli veriyor: "Üç kapısı vardır efendim. Bulunduğumuz yerin doğusundaki kapı, kuzeyindeki Yenişehir Kapısı, güneyindeki İstanbul Kapısı diye bilinir." Atatürk: "Hayır, dört kapısı olacak. İznik Türkler tarafından ilk zaptında Kılıç Aslan'ın girdiği Batı Kapısı nerede?" "Böyle bir kapı bilmiyoruz efendim." Atatürk bir süre sustu. Canı sıkılmışa benziyordu. Nihayet konuyu değiştirdi. Aradan seneler geçti. Biriken suları İznik Gölü'ne akıtmak için yol açmaya uğraşan işçiler, bir noktada suların kendiliğinden boşluk bularak akmakta olduğunu hayretle gördüler ve ilgililere bildirdiler. Kazıya devam olununca, bunun bir kapı, hem tam teşkilatlı kurşunlu bir kapı olduğu meydana çıktı. Atatürk'ün bahsettiği Batı Kapısı bulunmuştu.


Ahmet Hidayet Reel


VALLE PADİŞAH BİLİR! 1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: "Depremden çok zarar gördün mü, baba?" diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: "Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?" İhtiyar, Kürt şivesiyle: "Valle Padişah bilir!" dedi. Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: "Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakayım zararın ne?" İhtiyar tekrar etti: "Padişah bilir!.." Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü: "Siz daha devrimi yaymamışsınız" dedi. Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: "Köylere genelge yolladık Paşam" dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: "Oğlum, genelgeyle devrim olmaz!..." dedi.


Ahmet Hidayet Reel

ATATÜRK'ün GÖRDÜĞÜ SON RÜYA


26 Eylül 1938 tarihinde Atatürk, rahatsızlığı ile ilgili olarak ilk defa hafif bir koma atlatmıştı.Prof.Dr.Afet İnan, olayı şöyle anlatıyor :"O geceyi rahatsız geçirdi, ilk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında : "Demek ölüm böyle olacak" diyerek "uzun bir rüya gördüğünü" söyledi ve "Salih'e söyle , ikimizde bir kuyuya düştük, fakat o kurtuldu" dedi. Atatürk'ün, burada "kuyuya düşme" sembolü ile gördügü rüya vizyonu, kendisininde söylediği gibi ölümün habercisiydi.Salih Bozok'un kuyudan kurtulmasi ise bilindigi gibi, Atatürk'ün vefat ettigi gün, buna çok üzülen Salih Bozok'un da intihar etmesi ve sonunda onun kurtarılmasını simgeliyordu.İşte bu ATATÜRK'ün son rüyası idi...



20 Mart 2009 Cuma

Mezun olduktan kimimiz 40, kimimiz 50 yıl sonra ziyaret ettiğimiz okulumuz







SİVAS ÖĞRETMEN OKULU MEZUNLARINDAN, OKUL ANILARI







16 Mart Öğretmen Okullarının 161. yılını kutladık., Bu sayfada, Sivas Öğretmen Okulu ndan mezun olan ve bize öğretmenlik yaparak, feyzlerinden ilham aldığımız bazı öğretmenlerimizin, çıkardığımız albüm nedeniyle, 16 yıl önce , bana verdikleri anılardan bir demeti sunuyorum.
Zaman , zaman anılara devam edeceğim.

Burhan BURSALIOĞLU

Y.İzzettin UZUNCA’ dan – İlköğretim Müfettişi - Emekli


Yıl 1947, soğuk bir Kasım gecesi , Erzurum’dan gelerek Sivas tren istasyonuna üç beş arkadaş iniyoruz. Erzurum’da gündüzlü iken Sivas Öğretmen okuluna yatılı verilmişiz.
Gece soğuk. Ne yapacağımızı bilmez haldeyken bir ses “ Öğretmen okulu talebeleri…Öğretmen okulu talebeleri… diye bağırıyor. Koşuyoruz. Orta yaşlı bir adam “ Haydı faytona sizi okula götüreceğim; müdür bey sizi bekliyo “ diyor. Tahta bavullarla faytona doluşuyoruz.. Gece yarısı okula vardığımızda, Müdür Şevki Oktay bizleri “Hoş geldiniz evlatlarım “ diye karşılıyor. Hemen yemekhaneye alıp karnımızı doyuruyor ve yatakhanemize bizleri yerleştiriyor.
Erzurum dan bir telefon haberi ile gece yarısına kadar öğrencilerini bekleyen müdür…
Bu ancak, Sivas Öğretmen Okulu ruhudur. 1993
* * *

Fazıl Berki ERDİNE ‘ den - Zamanımızın kimya öğretmenimiz. – Nur içinde yatsın

Sevgili Burhan unutamadığım bir anı istedi.
Sizlerle beraber olduğum yılların hiçbir anını unutamadım ki…
Hangisini anlatayım.
Sevgi, saygı dolu Hüsnü Ercan’ı mı, Ayhan Bilgin’i mi desem?
Hüsnü tüberkülozlu. Ziyaretine gittiğimde, götürdüğüm meyveleri soyup verirdi. Moralini yükseltmek için çekinmeden yerdim.
Ayhan annesini kaybetti Tosya’ya götürdüm. Anneme anne,babama dede derdi. Evin insanı olmuştu.
Hüsnü’yü apandisitten, ayhanı kalpten kaybettik. Ruhları şadolsun..
Tanrı hepimize de sağlıklı, mutlu yıllar versin. 1993

* * *

Hasan AKINER’ den – İlköğretim müfettişi – Emekli

1938 in Ekim’inin sonlarında, Ulus gazetesinde Sivas Öğretmen Okuluna kabul edilenler arasında adımı gördüm. Öğretmen olabilmenin sevinç ve heyecanı içinde, 3 arkadaşımla Sivas’ın yolunu tuttuk. Sonbaharın güzel günlerinden biriydi. Açık güneşli havası, hafif meltemi ile bizleri büyüledi. Karmakarışık duygularla okula ulaştık. Kapıda, spor giysili birisi dolaşıyordu.
“Amca biz yeni öğrencileriz “ dedim. Önce kaşlarını çattı, sora gülümseyerek bizi içeriye aldı.
Konuştuğumuz, Edebiyatçı Necdet Sancar değil miymiş!.. 1993

* * *

Necmettin ÖZCAN’ dan - Zamanımızın Matematik öğretmeni: Ankara’da
yaşıyor


Bir gün, Öğretmenler odasında otururken, rahmetli Rıza dikmen içeri girdi.
“Kardeşim, sen bu çocuklara ne yaptın? “
“ Ne yapmışım? “ dedim.
“ Okul çapında bir anket yaptım. Sorulardan biri - En çok sevdiğiniz öğretmenin ismini yazınız – dı. Bütün okul istinasız senin adını yazmış. Ne yaptın da bukadar sevildin? “ dedi.
“ Ben bütün öğrencilerimin adını, soyadını, sınıfını, şubesini,numarasını, memleketini bilirim. Bu benim onlara olan ilgimden, sevgimden ileri gelir. Onlar da buna karşılık vermişler “ dedim.
“ Haklısın “ dedi. 1993

18 Mart 2009 Çarşamba

ÇANAKKALE ZAFERİ KUTLU OLSUN



" Savaşta yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır " diyebilen, Anafartalar Kahramanı Albay Mustafa Kemal'in, emperyalist güçlere karşı kazandığı Çanakkale Zaferinin 94. yıldönümü tüm Türk ulusuna kutlu olsun.

16 Mart 2009 Pazartesi

EĞİTİM SİSTEMİMİZ - 6 -














Sivas Öğretmen Okulunun 1954 yıli idareci ve öğretmen kadrosu

Öğretmen Makbule Özdoğan başkanlığında ki
1955 yılı, Sivas Öğretmen Okulu Yeşilay görevlileri


ÖĞRETMEN OKULLARI 161 YAŞINDA

Burhan BURSALIOĞLU

16 Mart 1848 tarihinde, sadece öğretmen yetiştirme amacına yönelik, Abdülmecit döneminde, Ahmet Cevdet Paşa’nın öncülüğünde, İstanbul’da darülmuallim okulu açıldı. Bu okul, zaman, zaman değişikliklere uğradı. 1870 de darülmuallimin-i sübyan, 1877 de darülmuallimin-i idadi, 1891 de darülmuallimin-i ali olarak , öğretmen yetiştirme sınıflarına göre adları değişti. Okula medrese öğrencileri alınıyor, 2 yıllığı okuyan ilkokul, 3 yıllığı okuyan da lise öğretmeni oluyordu. Öğrencilik dönemlerinde maaş alır, mezun olunca da 80 altın, donanım bedeli ödenirdi.

TBMM. Döneminde, Bilim Kurulu tarafından okula, “Yüksek Muallim Mektebi” adı verildi. 1924 de, Erkek Muallim Okulu adı ile, Malatya, Burdur, ve Diyarbakır’da açıldı.
Şehir ve kasabalara öğretmen yetiştiren Muallim Mektepleri dışında, köy ve kırsal alandaki okullara öğretmen yetiştiren okullar yoktu. Buna çare arayan eğitimciler, 1935 de başlayıp 1937 de ki denemelerden sonra 1940 da yasal olarak kurulan Köy Enstitüleri, köy ve kırsal alan okullarına öğretmen yetiştirmeye başladı.

Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in, eğitim ve sosyal alanda, en özgün ve en çok ses getiren bir sistemidir. Bu okullar, Cumhuriyet’in amaç hedefleri, ülke gerçekleri ve çağdaş eğitim ve öğretim verileri arasında başarılı sentezin ürünüdür. Ülkemizin yaratıcılığı, yurtseverliği, beyin gücünü kullanma, ulusun en zeki ve yoksul çocuklarının kendi emekleriyle ücretsiz öğrenim görebileceklerini, demokrasinin yaşayarak öğrenilebileceğini kanıtlamış olmasına rağmen 1954 de çıkarılan yasa ile kapatılmıştır.

Köy Enstitüsü gerçeğine Nisan ayında uzun, uzun bahsedeceğim.

Girişimciliğe, gelişmeye ve yeniliğe dayalı, imkansızlıklar nedeniyle, adı - sanı duyulmayacak binlerce çocukları yetiştiren, memlekete kazandıran, aynı zamanda, yatılılık özelliğiyle, sevgi ve arkadaşlık duyguları geliştiren Öğretmen Okulları, mesleki birikim ve heyecanın kazandırıldığı, birlik ve beraberlik duygularının geliştirildiği, körpe beyinlerin, Yurt ve insan sevgisiyle şekillendirildiği aydın kişi olarak, insanlığa kazandıran bu eğitim yuvalarında yetişen öğretmenlerin, 1973 de çıkarılan, 1739 sayılı, Milli .Eğ. Temel kanunu gereğince, yüksek öğrenim görme zorunluluğu getirildi. Bu nedenle, İlkokullara sınıf öğretmeni yetiştirme amacıyla, 1974-75 öğretim yılından itibaren Öğretmen okulları nın bir kısmında, 2 yıllık Eğitim Enstitüleri açıldı. Yine aynı yasa gereği, Öğretmen okulları nın sayıları azaltılarak, kalanların da Öğretmen lisesi olarak adları değiştirildi. Buradan mezun olanlar öğretmen olamıyor, Eğitim enstitüleri ne gidebiliyorlardı.

M.Eğ.Temel kanununda, öğretmeni tarif ederken “ Öğretmenlik; genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyonla sağlanan özel bir ihtisas mesleğidir” der. Uygulama ise bunun tam tersi olmuştur. 1982 yılında 41 sayılı kanun hükmündeki kararname ile, 2 yıllık Eğitim Enstitüleri, Eğitim Yüksek Okullarına dönüştürülerek, Eğitim Fakülteleri ne bağlandı. Eğitim Yüksek Okulları nın süresi, 1989-90 öğretim yılından itibaren 4 yıla çıkarıldı. Eğitim Enstitüleri, maalesef , siyasi partilerin ideoloji yatağı haline getirildi. Gün geçmiyor ki, olaylar ve ölümler olmasın. Yüksek okullardaki anarşiyi dindirme ve okullardaki açığı giderme amacıyla, 1978 de 80 bin öğretmen adayına 40 gün verilen kurslar sonucu öğretmen diploması verildi. 40 bin kişiye, mektupla öğretim yöntemiyle öğretmen diploması verilerek ilkokullara öğretmen olarak gönderildiler.. 30 günlük kursla, ilkokul öğretmenleri ortaokul ve liselere öğretmen olarak atandı. Eğitimle ilgisi olmayan, fakültelerden mezun öğrencilerin diplomalarına da “ öğretmenlik yapabilir” ifadesi ilave edilerek, öğretmen olarak atandılar. Öğretmen yetiştirme sistemi 1990 yıllarında iyice sıfırlandı. Değişik üniversitelerden 150 bin mezun öğrenci, ilköğretim okullarına atandı. Bunlara , hizmet içi eğitim dahi verilemedi. Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmen yetiştiren okulları YÖK e devredince, Öğretmen okulları Genel Müdürlüğünü de kaldırdı.Yollar iyice tıkandı. Devreye giren YÖK . Dünya Kalkınma Bankası ile birlikte yürütmeye başladıkları “Hizmet Öncesi Öğretmen Yetiştirme” projesi başlatıldı. Bu projede, özel eğitim yöntemlerine ağırlık verildi. 8 yıllık kesintisiz ilköğretimin hedeflenmesi önceleri iyi karşılandı. Ama, Eğitim Fakültelerinde öğretmenlik programı derslerinin tek tipe indirgenerek, dinamizmin zayıflatılması, Eğitim Fakülteleri ne yeterli öğretim üyesi sağlanamaması, Fakültelere, ihtiyaçtan daha çok öğrenci alınması, programın başarısını, başarısızlığa itmiştir. Bu nedenle, öğretmenlik hakkını elde eden 100 binlerce aday, yıllarca kuralara katılmakta, kazananlar atanmakta, kaybedenler, bir yıl daha umutla sokaklarda iş aramaktadırlar.

Küçük yaşta, Öğretmen Okulları na alınan körpe dimağlar, zaman içinde, iyiyi, güzeli, doğruyu yanlışı ayıran, milli duyguları, Atatürk ilkelerine bağlılığı, meslek bilinciyle, sağlığını, nefesini , gençlik yıllarını, enerjisini, çocukları için harcayan ve böyle yetişen, Öğretmen okulu mezunu öğretmenlerin yerini, bir başka yerden yetişen, öğretmenlik formasyonu almayan, çocuk eğitim dersi almayan, onların seviyesine inmeyi bilmeyen kişiler tutabilir mi? Onlar, azmi, sabırı, hoşgörüyü, gönüllülüğü, yetiştiriciliği, öğreticiliği, eğiticiliği, yaratıcılığı, kurtarıcılığı, değişimciliği ve örnek oluşculuğu öğrenmemişse, öğretmen okulu mezunuyla eşleşmesi mümkün mü? Tabii bu ifadede , mesleği gerçekten seven, kendini hazırlamış, derslerde sadece çocukların yetişmesi için gayret gösteren, sınıfında kendi özel problemlerini düşünmeyen, evinde ertesi günün hazırlığını, planını yapan, okul içi ve dışında, arkadaşlarıyla, velilerle, çevresindeki insanlarla sevgi ve saygı ile yaklaşan, her zaman ve her yerde bağışlayıcı, sorun giderici, sevilen, temiz ahlaklı ve yukarıda özelliklerini saydığım karakterde olan öğretmen ve adaylarını ayrı tutuyor, onlara ayrıca teşekkür ediyorum.

Bu arada, bizleri yetiştiren , tüm öğretmen okullarında öğretmenlik yapan, çok üstün karakter ve bilgilerle mücehhez öğretmenlerimizin özveriyle bizleri yetiştirmiş olmalarını da asla unutmuyorum... Onları saygı ile anıyorum.

SONUÇ: 161. yılını kutladığımız Öğretmen okulları nın kuruluş günü olan 16 Mart’ı davullu zurnalı geçiştirmemiz gerekirken, varlığı olmayıp, etkilerinin hala geçerliliğini koruduğu, ama yavaş, yavaş onun da kaybolduğu bir sistemin tekrar yaşatılmasını, Öğretmen Okulları nın yeniden kurulmasını diliyor ve arzuluyorum. Öğretmen Okulları ndan mezun olan öğretmenlerin ve onlara feyz veren çok değerli öğretmenlerimizin, aramızdan ayrılanlara Allah’tan rahmet , hayatta olanlara sağlıklı uzun yıllar diler, 16 Mart’larını kutlarım.

13 Mart 2009 Cuma

ATATÜRK'ten ANILAR





Burhan BURSALIOĞLU

AMERİKALI KADIN GAZETECİ Bir Amerikalı kadın gazeteci, Atatürk'e: "İşlerinizde nasıl başarılı oluyorsunuz?" diye sormuş ve şu cevabı almıştı: "Ben bir işte nasıl başarılı olacağımı düşünmem. O işe neler engel olur, diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı, iş kendi kendine yürür. Niyazi Ahmet Banoğlu



KURMAK İSTEDİĞİNİZ SİSTEM NEDİR? Tam İlk Anayasa'nın görüşüldüğü sıradaydı. Tutucu milletvekillerinden bir hukukçu Mustafa Kemal'i zor durumda bırakmak için, kendisine bir soru yöneltti: "Kurmak istediğiniz sistem nedir? Bunu bir tek hukuk kitabında bile bulamazsınız." Mustafa Kemal, milletvekilinin bağırarak konuşmasına karşı soğukkanlılıkla cevap verdi: "Her şey önce uygulanıp denenmelidir, ancak ondan sonra ilke ve kurallara dönüşür." Bu karşılıktan sonra bir süre susan Mustafa Kemal, birdenbire sertleştirdiği bakışlarını, soruyu yönelten milletvekiline dikti ve sert bir sesle ekledi: "Ben onu kurayım, ondan sonra siz kitaba yazarsınız." Paraşkev Paruşev

ÇOBANLA ATATÜRK'ÜN "BİS" LERİ ...Atatürk ve arkadaşları Antalya’ya gidiyorlardı. Yolda bir yerde mola verildi. Yakınlardan bir türkü sesi duyuluyordu. Atatürk merak etti ve türkü söyleyenin bulunmasını istedi. Türküyü söyleyen çobanı bulup Ata’nın karşısına getirdiler.Atatürk’le çoban arasında şu konuşma geçti:- Türküyü sen mi söylüyordun? - Evet. - -Sesin güzel, okuman da fena değil, burada da söyle de dinleyelim. Çoban nazlanmadan türküye başladı: "Demirciler demir döver, tunç olur..." Türkü bitmişti. Atatürk ellerini çırptı, alkışladı ve "Bis! Bis!" diye tempo tuttu.Çoban bir şey anlamamıştı. Ata açıkladı: "Bis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrarla demektir." Çoban türküyü tekrarladı. Atatürk cebinden bir elli liralık çıkardı ve çobana verdi. Çoban paraya baktı, aldı ve memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra ellerini çırptı ve yüksek sesle haykırdı: "Bis! Bis!.."

"A BE HEMŞERİM..."Neşeli bir toplantının oldukça ilerlemiş bir saatinde bir vatandaş, "A be Paşam," diye söze başladı:- Ne vakittir merak ederiz; Millî Mücadele’nin sonuna doğru, "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!.." emrini vermiştiniz. Akdeniz ilk hedef olduğuna göre, ikinci hedef neresidir? Atatürk kendisine teklifsizce "A be Paşam" deyişinden Rumelili olduğu anlaşılan bu vatandaşa dikkatle ve yumuşak bir gülümsemeyle baktıktan sonra, masadaki kadehini alarak kaldırdı: "A be hemşerim" dedi. "Hele şimdilik ilk hedefin şerefine içelim..."



SEVMEK NE KELİME ATAM, TAPARIM! Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin samimiyet ve sadakatlarını imtihan etmesini gayet iyi bilirdi. İnsanların halet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etmekte şelaleler saçan bir zekaya malikti. O büyük insan, bir gece Çankaya köşkündeki bir ziyafette devrin vekillerinden maruf bir zata şöyle bir sual sorar: - Beni hakikaten sever misiniz? Muhatabı hemen cevabı yapıştırır: - Sevmek ne kelime Ata'm, taparım! - Peki her dediğimi de yapar mısınız? - Derhal Atatürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarır ona uzatır. - Öyleyse, al tabancamı, sık kafana... - "Aman Atam" der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz. Meseleyi anlayan Atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetiyle dışarıda hizmet eden askeri yanına çağırıp aynı sualleri sorup, cevabını aldıktan sonra, karşısında Toroslar’dan kopmuş bir kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık Anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan Mehmetçik, bu emri bilatereddüt yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz. Çünkü, Atatürk, daha önce tabancasındaki merminin kurşununu çıkarmıştır. İşte o zaman, Atatürk yanındakilere şöyle der: - Beni ve vatanı seven hakiki insanı gördünüz mü? Ruhu şad olsun.

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...